16 Kasım 2009
sizler "hala" seyirci misiniz? part II
Çok değil daha 5 ay öncesiydi parkedeki güzel mücadeleye ihanet edilişi. Taraftarlıktan uzak kişiler tüm güzel çekişmeyi yok etmiş, kazanını da kaybedeni de hiçe saymış, onları bu mücadelesinden dolayı onure etmeyi hiçe saymıştı.
Artık mücadelenin adı Fenerbahçe-Galatasaray olunca heryerde gözükür oluyorsunuz. Kepez maçında, Mersin Belediye, Bornova Belediye maçlarında nerede oluyorsunuz acaba? Sizler taraftar mısınız yoksa içinde "Fener" ya da "Cim-Bom" nefreti yaşatanlar mı? Hey sen taraftar aslında sana taraftara dememem lazım sen ki herhangi bir holding binasına girip çalışanlarına, müdürüne el kol hareketi yapıp ileri geri konuşmayı düşünebiliyor musun? Nedir sahaya girme olayı? Kim veriyor sana o hakkı? Rahatsız olduysan çıkıp gidersin, gitmelisin çünkü sahaya girme fiilinden sonra sen artık bir taraftar değilsin! Düzen bozan kişisin. Hangi tiyatro oyununda oynayana kızıp sahneye dalabildin? Oyunu beğenmeyip küfürler savurabildin? Taraftarlık bu demek değildir. Takımını sev, koru ona sahip çık ama iş taşkınlık boyutuna ulaşırsa senin yaptığın anarşistliktir ve yaptığın eylemin hiç bir şekilde savunulacak boyutu yoktur.
Madem taraftarım diyorsun, takımımı seviyorum, destekliyorum diyorsun ama farkında değil misin ki takımına köstek oluyorsun. Yaptıklarından dolayı sana hiç bir şey olmuyor büyük ihtimalle ama takımına verilen cezada hiç mi için sızlamıyor sözüm ona taraftarsan!
Parkede öyle güzel bir maç vardı ki izleyen herkesin tadı damağında kalmıştır ancak maç aynı maç, mücadele aynı mücadele olsa fakat oynayan takımlar A ile B takımı olsa ne bu maçtan kimsenin haberi olur ne de bu çirkin olayları yapacak seyirci orada olurdu. Yazık ki bu olaylar iki uzatmaya giden maçın önüne geçecektir ve parke üzerindeki çekişmenin, güzel mücadelenin esamesi bile okunmayacaktır ama taraftar için sonuç olarak yendik dimi gerisi önemli değil! Ne yazık ki ben bile bu yazının hiç bir yerinde maç ile alakalı birşeyler yazamadım. Yine ne yazık ki Galatasaray Yönetimi de maç sonunda çıkıp "bunlar taraftar değildir" diyemiyor. Bunu kimse diyemiyor. 5 ay önceki hadisede de kimse dememişti. Sadece bunu yapanlar X takımı taraftarı olamazlar. Bahane bulmak kolay. Fenerli oyuncu parmak salladı, Efesli taraftar küfür etti vesaire vesaire. Bu mudur sığındığınız bahaneler!
Taraftarsan maç seçme, adam gibi gel adabınla maçını izle, takımını destekle, kaybetsen de kazansan da sahada oynayan takımları alkışla. Bunun Galatasaray'lısı, Fenerbahçe'lisi, Beşiktaş'lısı olayı yok.
20 Eylül 2009
adidas ve puma bir gün için barışacak
60 yıldır birbirine düşman olan iki ‘kardeş’ firma Adidas ve Puma 60 yıl sonra dünya barışına katkıda bulunmak için bir araya gelmeye hazırlanıyor.
60 yıl önce iki kardeş ayakkabıcı, Adi (Adolph) ve Rudolph Dassler tarafından ayrı ayrı kurulan Almanların ünlü spor markaları adidas ve Puma arasındaki husumet 60 yıl aradan sonra film yapımcısı Jeremy Gilley’nin ‘Peace One Day’ (Bir gün barış) projesine destek vermek adına bir günlüğüne de olsa sona erecek.
NEDENİ SIR BİR AYRILIK
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya'da bir kasaba olan Herzogenerauch'ta birlikte ayakkabı üretimine başlayan ancak savaş sonrasında hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan bir nedenden ötürü bir anda ortaklıkları bozulan Dassler kardeşlerden Rudolph 1948 yılında Puma firmasını kurarken, bir yıl sonra 1949’da ise Adolph Dassler ‘adidas’ı kurmuştu.
Husumetten doğan iki marka zaman içinde dünyanın en popüler spor markaları haline gelirken Adi ve Rudolph’un küslükleri ise ömürlerinin sonuna kadar devam etmişti.
İkili arasındaki dargınlık firmalarına da yansımış ve merkezleri aynı şehrin iki ayrı ucunda olan adidas ve Puma’nın en üst düzey yöneticilerinden en alt kademedeki çalışanlarına kadar her zaman birbirlerinden uzakta kalmayı seçmişti.
HUSUMETE MOLA
Ancak yarım asrı aşan bu gerginliğe ‘Peace One Day’ projesi sayesinde 21 Eylül günü 24 saatliğine ‘ufak bir ara’ verilecek.
1999 yılında dünyada yaşanan tüm savaşlara, anlaşmazlıklara, gerginliklere bir gün için ara verilmesi amacı ve “Bir gün barış” parolasıyla yola çıkan film yapımcısı Jeremy Gilley’nin 21 Eylül 2001’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul gören girişimi sayesinde artık dünyada her 21 Eylül “Barış Günü” günü olarak kutlanıyor.
FUTBOL OYNAYACAKLAR
İşte adidas’ın CEO’su Herbert Hainer ve Puma’nın CEO’su Jochen Zeitz, 21 Eylül günü bu anlamlı projeye destek vermek için bir araya gelecek ve sporun dünya barışına katkı sağlayabileceğini göstermek adına el sıkışacaklar. Ayrıca iki dev firmanın çalışanları Barış Günü’nde bir araya gelerek futbol maçı yapacaklar.
Kim bilir belki, yukarılarda bir yerlerde Adi ve Rudolph Dassler de o gün kavgayı bırakıp miras bıraktıkları firmalar gibi kucaklaşacaktır.
19 Eylül 2009
ya dışındasındır sistemin, ya da içinde yer alacaksın!
17 Eylül 2009
sağlık olsun!
16 Eylül 2009
Eee “Rubio” hani NBA?
Aslında ben onu beklemiyordum. Bu yüzden de bu sene gelecek diye bir beklentim yoktu. Zaten seçildiği günden sonra gelişen durumlar onun bu sene gelemeyeceğini gösteriyordu. Takımın da onu iki sene bekleme sabrı var. Juventud ile olan bonservis sorunu da pek aşılabilecek gibi gözükmüyordu. Genel Menajer Kahn'nın da İspanya seferlerinden bir sonuç çıkacak gibi değildi.
Bu noktada Rubio'nun “İlk tercihim NBA'de oynamak” açıklaması gelince umutlanmadık değil ancak ortada hala çözülmesi gereken bir bonservis sorunu vardı. Juventud ile hangi aşamaya gelmiştik bilmiyorum ama ilerleme kaydetmiştik. İşler tam bu noktaya gelmişken Rubio'nu Barça ile anlaştığı haberi çıktı. Dolayısıyla bizim için de hayal kırıklığı olmuştu ama en başa dönecek olursak onu hem de iki sene bekleyecek sabrımız var. Bu yüzden de büyük bir hayal kırıklığı yok. Barça ile olan anlaşması uzun soluklu ancak ince bir detay var. İki sene sonra NBA'e gitmesi için sağlanacak kolaylık.
Juventud'ta kalmış olsa zaten iki sene sonra NBA'e gitme yolu açılmış olmayacak mıydı? Barça'ya gitmek Rubio'nun tercihi miydi yoksa Juventud, Rubio'dan bir gelir elde edememe korkusuyla mı gerçekleşti bu transfer. Barça, iki sene sonra aynı durumda olacak olması onlar için buna değecek bir transfer mi?
Bu ve bunun gibi sorular kafamda dönüp duruyor ve cevaplarını ben de bilmiyorum. Ama gerçek olan şu ki Rubio henüz 19 yaşında, Barça'da geçireceği iki yıl onun gelişimine çok önemli katkı yapacaktır. Bu yüzden Juventud'tan ziyade Barça'da oynayacak olması bizim için daha iyi olduğu bir gerçek. Ersan'ın potansiyeli yüksek olan bir oyuncu olduğunu biliyor ve gözlemliyorduk (Burada Muyu'nun hakkını vermek lazım. En azından Ersan'ı benim gözüme sokan O'dur. Hatta Ersan'ın gelişimini, yaşadığı sakatlığı anlatan bir yazı da hoş olurdu Muyu. Ne dersin?). Barça'da geçirdiği yıllar Ersan'ın gelişimine nasıl katkı vermiş, şu anda milli takımımızı sırtlamasıyla görüyüoruz. Tabi bu sadece bir örnek teşkil etmekte. İki yıl sonra Rubio ne olur, durumlar ne gösterir, bilinmez.
15 Eylül 2009
beş sıfır
Aslında uzatmanın skorunu vurgulamak için böyle bir başlık atmıştım ama turnuvadaki galibiyet-mağlubiyet oranımızı da açıkladığından mütevellit, gayet münasip oldu.
Sırbistan maçı öncesinde bizim turnuvada en çok ön plana çıkan mücadelemizin aynı şekilde karşılık bulacağından şüphesi olan yok gibiydi. Bir-iki Sırp maçı izleyen herkes bu "tıfıl"ların en az "12 Dev Adam" kadar mücadele edeceğini tahmin ediyordu zaten. Bu arada, maçtan notlara geçmeden eklemek gerek, tıfıl dediğimiz bu çocukların hepsi yıllardır Euroleague ya da ULEB Cup'ta bir şekilde forma giyiyorlar. Mesela o tıfıllardan Milenko Tepiç üç senedir Euroleague'de 61 maçta ortalama 20 dakikanın üzerinde süre almış. Keza Tripkoviç 16 yaşından bu yana Euroleague'de oynuyor. Teodosiç desen 17 yaşında ULEB Cup'ta sahne almış, iki sezondur Olimpiakos'ta. Bir Veliçkoviç var ilk Euroleague deneyimini 19 yaşında yaşayan. O da Avrupa'da geçtiğimiz sezonun yükselen yıldızı seçildi. Yani "gençler" topluluğu Sırbistan kadrosuyla aramızdaki tecrübe farkı, aradaki yaş farkıyla doğru orantıda değildi ezberlerin aksine.
Maça dönersek, ilk çeyrekte Teodosiç top oynamaya geldiğini gösterdi. Bogdan Tanjeviç önce Kerem, sonra Ömer, sonra da alan savunmasını denedi onu durdurmak için, ama başarılı olamadı. Hücumda da Ersan biraz sahne alınca, ilk çeyrek dengede gitti. Dengeyi Semih'in çeyreğin son saniyesindeki basketi bozdu ki o basket masa tenisinde olsa, rakipten özür dilemek gerekirdi.
İkinci çeyrekte hem Ivkoviç hem de Bosica sertliğin dozunu biraz daha arttırınca maçın eğlencesi de aynı doğrultuda yükseldi. Hiç düşünmemiştim ama belki de vurdulu-kırdılı filmleri çok sevmeyişimin sebebi budur, o sertliği basketbolda görmeyi tercih ediyorum ben. Neyse, ikinci çeyrekte kolay sayı olmadı hiç. Sırbistan zaten sayı potansiyeli yüksek bir takım değil. Biz de zaman zaman çok iyi alan savunması uygulayınca onların sayı bulmasını engelledik. Fakat serbest atışlarda düşük bir yüzdeyle oynadığımız için o iyi savunmamıza yazık oldu.
Üçüncü çeyrekte Hido bir ara basket atınca gol olmuş gibi sevindik. Eh, esas oğlanın sahneye çıkması demek farkı açacağımız anlamına geliyordu. Ne yazık ki öyle olmadı ve Hido fazla zorlamaya devam ederek yüzdesini düşürdü.
Geri kalan bölümde baskımız işe yaradı ve Sırplar bir sürü top kaybı yaptı. Ama onların da savunmasının ne kadar iyi olduğunu söylemek için bir istatistik vermek daha doğru olur herhalde. Dördüncü çeyrekte (Teodosiç'in sekiz metreden attığı üçlük dahil) toplam beş basket olmuş. Gerçi bizim savunmamızın zaman zaman konsantrasyon eksikliği yaşadığını ve Sırbistan'ın üç tane bomboş üçlük kaçırdığını eklemek gerek.
Tanjeviç'in yorgunluktan kenara gelmek isteyen Kerem Tunçeri'yi benchte unutması ve Sırbistan'ın 24 saniye süresinin dolmasına 5 saniye kala mola alıp onlara iyi bir set çizme imkanı tanıması bu bölümdeki en bariz hatalarıydı. Hidayet ısrarı bir tercih meselesi. Açıkçası Tanjeviç bu noktada en başından beri net olarak verdiği mesajın arkasında durdu: Bu takım ne yaparsa yapsın Hido'nun. O yüzden eleştirmek anlamsız. Nitekim uzatmada topu çalıp asistini yaptı, yani galibiyette katkısı da yok değil.
Senaryoya göre yarı finalde İspanya ile karşılaşmamız olası. Onlar da Yunanistan-Fransa mağlubuyla eşleşecek çeyrek finalde. Bu yüzden kupa hayalleri kurmadan maçların keyfini çıkartmaya çalışsak iyi olur.
13 Eylül 2009
Tur-fect
Bugünkü galibiyetle takımın özgüvenini bir kat daha arttırdığını düşünüyorum. İlk grupta rakip kısalara karşı yaptığımız harika baskının bir örneğini daha bu maçta göstermiş olmamız gerçekten çok değerliydi. Özellikle Rubio'yu riske edip Navarro'yu nerdeyse tüm maç boyunca oyun içine sokmayışımız onları haddinden fazla pota altına endeksli bir oyuna sürükledi ki, bu durum maçta rakibi 60 sayıda tutmamızın en büyük anahtarıydı. Ömer Onan'ın Logan'a yaptığı basketboldan soğutan baskılı oyunundan bir kesit daha Navarro'ya sunması hücumda paylaşım konusunda sıkıntı çeken İspanyolları fazlasıyla rahatsız etmiş oldu. Yine Ömer Onan yerine sahada yer alan Sinan'ın da baskıyı maksimum seviyelere taşıyıp, her kritik topta elinin oluşu geriye düştüğümüz anlarda bile oyundan kopmayışımız sonucunu doğurdu. Sinan'ın her hücum ve savunma ribaundunda elinin oluşu ve havuza düşen topları çok iyi takip etmesi o bölgeden alabileceğimiz en güzel katkılardan biri oldu. Oyun alanında yer alan 5 kısa oyuncumuz olan Kerem, Ender, Engin, Sinan ve Ömer'in maç boyunca sadece 1 top kaybı yapması da o alanda rakibe karşı ne kadar güçlü durabildiğimizin güzel bir detayı oldu. Uzun süre sonra oyun kurucularımızdan bu kadar iyi katkı alıyor olmamız oyunu her alanda dengeli ve doğru yönlendirebilmemiz konusunda geride kalan 4 maç düşünüldüğünde büyük bir artı olarak hanemize yazıldı.
12 Eylül 2009
Jordan'ın gözyaşları
Not: Aşağıdaki yazı aslında yarın Gazete Habertürk'te çıkacaktı ama Milli
maçtan ötürü kesik yedi :)
Jordan Şöhretler Müzesi’nde
11 Eylül akşamı 5 efsane basketbol adamı düzenlenen törenle Şöhretler
Müzesi’ne dahil edildi. Geceye damgasını vuran isimse yaptığı ilginç
konuşma ile Michael Jordan oldu
11 Eylül akşamı Springfield/Massachusetts’deki Symphony Hall Salonu
çok özel bir törene sahne oldu. Kariyerleri boyunca olağanüstü performans
ve başarı gösteren tüm zamanların en iyi basketbolcularını, en başarılı
koçlarını, basketbol hakemlerini ve sporun diğer önemli kişilerini
bünyesinde bulunduran Naismith Basketbol Şöhretler Müzesi’nin
‘2009 sınıfına’ seçilen 5 üyesi, NBA tarihinin gelmiş geçmiş
en büyük oyuncusu olarak gösterilen Michael Jordan, San Antonio
Spurs’ün efsane pivotu David Robinson, NBA tarihinin en çok asist
yapan oyuncusu olan Utah Jazz guardı John Stockton, 21 yıldır Utah
Jazz’ın coachluğunu yürüten Jerry Sloan ve bayan basketbolunun
önemli coachlarından C.Vivien Stringer, düzenlenen törenle Şöhretler
Müzesi’ndeki yerlerini aldılar.
JORDAN’IN GÖZYAŞLARI
Tören, Şöhretler Müzesi’ne seçilen 5 değerli isim için düzenlenmişti
ama gözler tabii ki bir kişinin, Michael Jordan üzerinde odaklanmıştı.
Jordan merakla beklenen konuşmasını yapmak için salonu dolduran 2600
seçkin konuğun 73 saniye süren ayakta alkışları arasında kürsüye
geldiğinde gözleri dolmuştu. Basketbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük
oyuncusu, 23 dakika süren konuşmasına daha başlamadan gözyaşları
yanaklarından süzülmeye başlamıştı bile.
ÜSTÜ ÖRTÜLÜ ÖFKE
Efsane basketbolcunun takım arkadaşlarına, ailesine teşekkür ederek
başladığı konuşması ise ilerleyen dakikalarda adeta senelerce mücadele
ettiği rakiplerinden öç almak istediği bir intikam maçına dönüştü. Michael
Jordan bir anda geçmişi yad eden 46 yaşında takım elbiseli emekli
basketbolcu kılığından sıyrıldı ve bol şortuyla bir final maçında sahada
terör estirmeye hazırlanan o agresif oyuncu kimliğine büründü.
Lisede kendisini okul takımından kesen coachundan, Bulls yönetimine,
çaylak sezonunda katıldığı All-Star maçında kendisine pas vermediği için
senelerce husumet yaşadığı Isiah Thomas’tan, yıllarca kendisine
eleştiren medyaya kadar bir çok kişi ve kurum için söylediği iğneleyici
sözlerle, Jordan en az sahadaki oyunu kadar ‘acımasız’ olan
bir konuşma yaptı.
‘GERİ DÖNEBİLİRİM’
Zihninin köşesinde bir yerde hala daha sahaya çıkıp rekabetçi bir oyun
oynayabileceğine inanan Jordan, konuşmasını herkesi heyecanlandıran şu
sözlerle tamamladı: “ Bu geceyi benim basketbolla ilişkimin sona
erdiği bir gece olarak görmüyorum. Bir gün bakarsınız 50 yaşında beni
basketbol oynarken görebilirsiniz. Gülmeyin ve asla ‘asla’
demeyin.”
11 Eylül 2009
ilk tur
Gilberto, ilk tur maçlarını değerlendirdi...
Hepinizin bildiği üzere ilk üç maçı kazanarak bir üst gruba lider olarak gitme avantajını yakaladık. Ayrıca özellikle Polonya maçındaki fark averaj avantajını da bize getirdi. Bu gruptan üçte üç ile çıkmak beklediğim bir şeydi. Bunu tarihimizde ilk kez başarabiliyor olmamız ayrı bir konu ancak bu grupta doğal olan zaten bunu başarmamızdı. Takım da bunu gerçekleştirdi.
Esas önemli olan ve beni mutlu eden yan ise bu üç galibiyetin alınış şekliydi. Gümüş madalya aldığımız 2001’deki turnuva dahil –ki o turnuvayı Euro 2008’e ve orada aldığımız üçüncülüğe benzetirim– böyle kendinden emin, sahada ne yapacağını bilen ve onu rahatlıkla yapan bir takım görmemiştim. Özellikle Polonya maçında üçüncü çeyrekte Polonya seyircisiyle birlikte coşup farkı altı sayıya kadar indirdiğinde oyundan kopmayan ve soğukkanlı bir biçimde doğruları yapmaya devam eden bu takım alkışı sonuna kadar hakediyor. Semih dışında tüm takım formda ve görevini yerine getiriyor ama bana kalırsa bu turnuvanın en formda ismi Tanjevic. Şu ana kadar maçlara hazırlanışı ve maç içerisindeki hamleleriyle neden Avrupa’nın en önemli koçlarından birisi olduğunu kanıtladı. Özellikle önde olmamıza rağmen Bulgaristan maçının ilk çeyreğinde molalarla maça vurdu damga harikaydı. Ayrıca uyguladığı rotasyon ile de hem ileriki turda ihtiyaç duyabileceği Semih ve Barış Hersek’i turnuvaya ısındırdı, hem de Ersan ve Hidayet’in çok yıpranmasını önledi.
Umarım bu doğru oyuna devam ederiz ve İspanya maçı için şimdiden duyduğum yüksek heyecan turnuva sonuna kadar devam eder.
8 Eylül 2009
toz pembe
Litvanya galibiyeti çok önemliydi milli takım için. Efes Pilsen World Cup’ta sahada deneme tahtası gibi bir takım izlemiştik. Polonya’ya gidene kadar geçtiğimiz haftaya kadar idmanlar çok ağır gidiyordu. Hatta Hidayet ve Ömer, çıktıkları programda bu durumdan biraz yakınmışlardı.
Velhasılıkelam, bol soru işaretleriyle başlıyorduk turnuvaya. İlk maçın eksiklerle dolu da olsa Litvanya karşısında oynanması soru işaretlerini azaltmıyordu.
Neyse ki Litvanya, turnuvanın favorileri içerisinde mağlup edilmesi daha kolay bir takımdı. Oyun kurucu sıkıntısı yüzünden topa yapacağımız her baskı artı hanemize dönebilirdi. Nitekim koç Bogdan Tanjeviç de öyle başladı.
Savunmada istekli ve kararlıydık, fakat kısa sıkıntısı yaşayan Litvanya’nın uzunlarda bir o kadar iyi olduğunu unutmuşa benziyorduk. Semih Erden ve Ömer Aşık ikilisi kararlılıklarını biraz sert biçimde göstermeyi yeğleyince, erken faul problemine girdik. Hücumda ise Ersan İlyasova sürükledi takımı. O noktada Caner Eler’in favori oyuncusu Petravicius, Litvanya’nın oyun kurucuları içinde en önemli skor opsiyonu Delininkaitis ile birlikte takımı topladı.
Neyse ki ikinci çeyrekte biraz daha topu boyalı alana indirmeyi denedik. Oğuz Savaş skora katkı yapınca tutukluğu biraz olsun attık üzerimizden.
Üçüncü çeyrekte olanları hangi kelimeyle açıklamak gerekir, çok emin değilim. Sinan Güler ve Ender Arslan’ın üst üste bulduğu sayılar, maçın sonucunu bilerek banttan izleyen beni bile ayağa kaldırdı. O anda psikolojik üstünlük bize geçti.
Son bölümde Ender ve Hido serbest atışlarda müthiş bir isabet oranı yakalayınca Litvanya’nın bizi yakalaması iyice zorlaştı. Bu noktada Ömer Aşık’a faul yapmak yerine onun çemberin dibinden iki basket bulmasını seyreden Litvanya bench’ine de selamlarımızı yollamak gerekiyor tabii.
Neyse, ilk günkü galibiyet çok büyük bir terslik olmazsa çeyrek final kapısını araladı. Ancak dürüst olmak gerekirse dünkü Sırbistan ve İspanya’yı yenmemiz zor görünüyor. İkinci turdan alacağımız bir Slovenya galibiyeti takımın kiminle eşleşeceğini gösterecektir.
Ne olursa olsun, turnuvaya böyle başlamak harika. Unutmamak lazım, hâlâ turnuvanın en iyi üç oyuncusundan birisi bizde oynuyor. Ve Ender böyle katkı yapmaya devam edecekse, işler sandığımızdan da iyi gidebilir.
2006 Ruhu
Dünkü maçın Efes World Cup 8'le tek ortak yanı bu maça da çok hızlı girmiş olmamızdı. Özellikle Ersan'ın one step back şutlarıyla maça hızlı bir başlangıç yaptık. Ersan'ın bu şut ritüelini ben daha önce başka bir oyuncuda pek gördüğümüzü hatırlamıyorum. Tabi bu stille bu yüzdeli şut isabeti yakalanınca insanın "devam et oğlum, kim tutar seni?" diyesi geliyor. Fakat oyuna bu kadar tempolu başlayınca savunma sertliğimizde ani düşüşler yaşayıp, hem kolay faul problemine giriyoruz hem de rakibin kolayca seri yakalayıp skorun dengeye gelmesine engel olamıyoruz. Efes Cup'ta rakiplerin bu tip geri gelişleri oyunumuzu mental anlamda tamamen darmadağın etmişti ki dün gece en büyük farkımız bu mental çöküşün olmamasıydı. Yine özellikle pota altında kısa sürede faul problemine girip rakibin yakaladığı seriyle geriye düşsekte Tanjevic'in en çok eleştirilen oyun kurgusu olan rotasyonla önce savunma direncimizi yakalamamız sonra da benchten gelen katkıyla ayağa kalkmamız bu sefer rakibin endişelenmesine sebep oldu.
Rotasyondan oyuna dahil olan Sinan ve Bekir'in savunmada rakiplerinin önünde durması savunma kimliğimiz içinde olumlu bi gelişmeydi. Sinan'ın rakip kısalara yaptığı baskıyı çok iyi biliyoruz. Ama bu seviyede oynanan basketbolda her ismin çakal olduğu düşünülürse Sinan'ın aşırı yakın savunmasını O'na kolay faul aldırarak cezalandırabildikleri de çok açık. Sinan'ın topu çalmak yerine uzun kolları ve hızlı ayaklarıyla her zaman rakiple çember arasında kalması ve rakibin pas ve şut kanallarını sonuna kadar zorlaması gerektiğini düşünüyorum. Takımın en iyi savunmacılarından biri olarak söleyebileceğimiz Kerem'in maçın en kritik anlarında top çalma sevdasına kapılıp, sürekli rakibinin arkasında kalıp savunma dengemizin tümüyle dağalması ve 2 basket faul+1 üçlük yememizde baş aktörlerden biriydi.
28 Ağustos 2009
eskilerden...
18 Ağustos 2009
sen ağlama...
Kim bilir, belki de Yelena Isinbayeva, o kibirli tavrı yüzünden yarışta çok yanlış bir strateji sergiledi. Isinbayeva dünya rekoru formundayken 4.75 ile başlardı yarışlara. İlk atlayışında altını garantiler ve rekorunu kırardı. Şimdi o formundan uzak olmasına rağmen kendine aşırı güveni yüzünden yine 4.75'te ısrar etti. O yetmedi, ilk başarısız atlayışı sonrasında antrenörü Vitaly Petrov'un itirazlarına rağmen 4.80'i denemek istedi. Yelena'nın daha garanti davranıp 4.65'ten başlaması gerekiyordu, ancak o bunu yapmadı. Bu kadar büyük egolarda o tip hataları anlayışla karşılamak gerekir. Herkes göz ardı ediyor ama Usain Bolt yarı finalde yaptığı ilk fodeparın ardından ikinci ve üçüncü çıkışlarda kendini kontrol etmedi. Hatta Tyrone Edgar'ın elenmesinden sonra Bolt, en iyi çıkış yapan sprinterlerden biri olan Daniel Bailey ile birlikte (0.135) seride en çıkışı yapan isim oldu. Bolt'un yarı final serisinin üçüncü çıkışında farklı bir strateji izleyip beklemesi gerekiyordu. Beklemedi. Halbuki elenmenin bir hatalı çıkış uzağındaydı. Garantici yaklaşmak, pek süper yıldız egolarına göre bir şey değil demek ki...
46 kere maşallah!
">
17 Ağustos 2009
gülşah ve selçuk
14 Ağustos 2009
basketbol veya okul
Aslında en güzeli de ikisini bir arada götürebilmek olsa gerek. Bunu ülkemizde nadir de olsa deneyen oyuncuları görebiliyoruz. Gerçi bu oyuncuların geneli de "ne işi var orada, euroleagu seviyesinde oynayarak daha fazla tecrübe kazanırdı!" gibi laflara maruz kalır. Şu an aktif oyuncular içinde bu işi en üst seviyede götüren iki oyuncumuz Engin Atsür ve Sinan Güler olarak gözümüze çarpıyor. Engin üst düzey bir okulda oynayarak bu yola baş koysa da, Sinan onun kadar iyi bir okulda olmamasına rağmen bence şu ana kadar daha iyi bir grafik çizmiştir. Araştırırsak başka yerli veya yabancı birçok alternatif bulmamız da mümkündür.
Enes Kanter son günlerde gündeme bomba gibi düştü. Avrupa Şampiyonasındaki performansı sonrası bir fenomen haline gelmişken, üstüne kolej okuması meselesi gündemi işgal etmeye başladı. Konu ile alakalı yazılarıa ağırlıklı olarak Mete Abi yazdığı kadarı ile takip etmeye çalıştım. Aslında gayet normal karşılanması gereken bir tercihken medyamız herşeyi abarttığı gibi bu konuyu da abartmayı başardı. Dünya Enes'i merak ederken ülkemizde pat diye hedef tahtasına konuldu. Neler yazılmadı ki; Hürriyet gazetesi Fenerbahçe resmi sitesi gibi zehir zemberek bir haber yaptı, bazı sitelerde Avrupa'ya pazarlanmak için gittiği iddası dillendirildi, menejeri olarak alakası olmamasına rağmen Tolga Tuğsavul'un adı geçti. Üzerine de bu haberlere yapılan yorumlar ve taraftar forumlarındaki muhabbetler tuz biber oldu.
Ben hepsini bir kenara bırakıyorum, Enes'in annesi veya babası olsam diye düşünmeye çalışmak istiyorum. Herhalde bende şu durumdan farklı bir hareketi yapmayı zerre kadar düşünmezdim. Oğlumun bir sakatlık sonrası hayatla mal gibi başbaşa kalması yerine, Engin gibi, Sinan gibi, Mehmet Şahan gibi, Gökbörü ve daha nicesi gibi iyi bir okulda okuyup kendini çift yönlü geliştirmesi isterdim. Sanırım Enes'in babası da aklı başında bir karar verdiğini düşünerek -mutlaka etki altında kalmıştır ama- bence doğru kararı vermiştir.
son dakika... son dakika... son dakika...
Az önce altyapibasket.com’un değerli editörlerinden sevgili kardeşim Oğuz Yenihayat’tan bir mesaj aldım. Oğuz, Enes’in Amerika’da kaydolacağı lise olan The Henderson International’ın basketbolda sponsor olduğu bir takımdan bahsetti: “Findlay College Prep”.
Bu takımda bulunan öğrenciler eğitimlerini The Henderson International’da sürdürürken, lisedeki basketbol kariyerlerini ise Findlay College Prep adı altında kurulan takımda sürdürüyolar.
Ve bu takım 2008-09 sezonunda USA TODAY gazetesinin Amerika’daki tüm liseler arasından seçtiği “Super
Yani anladığım kadarıyla Enes, eğitimini The Henderson International’da sürdürürken, basketbol oynayama da Findlay College Prep takımında devam edecek.
The Henderson International School
Sıkça sorulan ve merak edilen "Enes Kanter Amerika'da hangi okula gidecek?" sorusunun yanıtı bu. Bugün Habertürk'te dün Enes'in babası Profesör Doktor Mehmet Kanter ile yaptığım röportajda okulun adı da geçiyordu ancak yer darlığından yazı kırpılırken okıulun ismi de arada kaynamış. Enes'in gideceğiokulun adı "The Henderson International School".
Okulla ilgili bilgilere http://www.hendersonschool.com/ adresinden ulaşabilirsiniz. Babası "okulun geçen sene basketbolda Amerika şampiyonluğu var" dedi ama yaptığım kısa araştırmada bu tür bir bilgiye ulaşamadım. Zaten okulun yapısına ve sitedeki sporcu öğrenci resimlerine bakarsanız ( http://www.hendersonschool.com/programs/Athletics/team.stml) bir spor dalında şampiyonluk kazanma şansı zor gözüküyor.
Öğrencilerin tipleri klasik Amerikan gençlik filmlerindeki gözlüklü, kısa boylu, derslerinde çok başarılı, hijyenik, kısaca "nerd" öğrenci prototipine uyuyor. Genelde filmlerde bu tür takımların lakabı "Su samurları" "Tapirler" gibi sempatik hayvanlar arasından seçilir ve "Kartallar" "Boğalar" gibi liselerin uzun boylu, atletik yapılı, derslerinde başarılı olmayan öğrencilerin oluşturduğu ve başında da alkolik, sadist ruhlu coachların olduğu takımlar tarafında Amerikan filmleri tabiriyle "kıçları tekmelenir".
Ancak bu filmlerde bu "Su samurlarına" sıradışı, sportif yetenekleri çok gelişmiş "kurtarıcı" bir öğrenci gelir ve onun sayesinde senelerdir tüm şehirde alay edilen, Pazar günü kilise ayinleri sonrasında hikayeleri anlatılan bu takım "Boğaları" yenerek hem herkesi neşelendiren hem de göz pınarlarından iki damla yaş akıttıran bir zafere imza atar. İşte Enes de, The Henderson International School'un kurtarıcısı olacak gibi duruyor... Neyseki burada sadece 1 sene kalacak. Babası, Duke ve North Carolina gibi okullardan şimdiden burs teklifi aldıklarını söylüyor.
Yani kısmetse önümüzdeki sene Enes Kanter'i baby blue formalar içinde Chapel Hill kampüsünü tozu dumana katarken veya Coach K''den alacağı direktiflerle Cameron Indoor Stadium'da terör estirirken izleyebiliriz.
13 Ağustos 2009
11 Ağustos 2009
bir tabu daha yıkıldı
Önce haberimizi okuyalım…
Küresel ekonomik krizden en çok etkilenen profesyonel liglerin başında gelen NBA, yeni gelir kapıları elde etmek için senelerdir bir tabu olarak gösterilen takım formalarına reklam alma konusundaki katı tutumundan taviz vererek takımların formalarına reklam alabilmesine “yeşil ışık” yaktı.
NBA Başkan Yardımcısı Adam Silver, 2009-10 sezonundan itibaren takımlara öncelikle idman formalarına reklam almalarına izin vereceklerini açıklarken, ligin maç formalarına reklam alma konusunda ise henüz net bir karar almadığını ancak araştırmal
ara devam edeceklerini söyledi.
‘TARAFTARLAR ALIŞACAK’
“Dünyadaki hemen hemen her ligde takım formalarına reklam almak olağan ve normal sayılırken ve buradan takımlar hatırı sayılır gelirler elde ederken bizim bu gerçeğe tamamen sırtımızı dönmemiz doğru değil. NBA fanlarının da zaman içinde bu gerçeği kabulleneceğini düşünüyorum”. diye konuşan Silver maç formalarına reklam alınmasının ise bu sezon düşünülmediğini ifade etti.
NBA’in “bayan versiyonu” olan ve NBA tarafından desteklenen WNBA’de 2009 sezonu öncesinde takımların maç formalarına reklam arabilmesinin yolu açılmış ve Phoenix Mercury ile Los Angeles Sparks takımları yaptıkları anlaşmalarla formalarına göğüs reklamı almaya başlamıştı.
Kaynak: Ben/Habertürk
Aaarı vız vız vız, aaarı vız vız vız...
Yani iş buralara kadar geldi. Aslında yeni bir şey değil NBA’in formalara reklam alma isteği. 2005 yılında da buna benzer tartışmalar olmuştu ancak o zamanlar paragöz Mark Cuban ve birkaç kulüp CEO’su dışında buna “olur” diyen olmamıştı. David Stern ise “eninde sonunda olur ama uygun fiyata” mealinde bir şeyler söylemişti. Ama bu kez iş ciddi gözüküyor. Elbette forma reklam gelirlerinden NBA takımları iyi paralar kazanacaktır buna şüphe yok ama ya oyunun gerçek sahibi olan taraftarlar ne diyecek? Parayı bastırdı diye mesela bir Knicks taraftarı o formasının üstünde bir basur kremi üreticisinin reklamını göremeye tahammül edebilir mi?
Evet bayanlar ve baylar NBA ve forma reklamları konusunda ne düşünüyorsunuz? Yorumları bekliyoruz…
Bu reklama Lakerslıların itiraz edeceğini sanmam...
Not: Resimleri yarattığı için speşıl tenks tu Volkan Elçi...
2 Ağustos 2009
pes doğrusu!
Bugüne kadar Ruanda ile ülke olarak hafızamızdaki tek bilgi bu Orta Afrika ülkesinin iki etnik grubu Tutsiler ve Hutular arasındaki husumetin 1994’te 100 gün içinde 800.000 kişinin katledilmesiyle sonuçlanan “Ruanda Soykırımı”na neden olmasıydı. Ha bir de konu ile ilgili çekilen “Hotel Rwanda" filmi vardı…
Ama artık Ruanda ile ilgili bir şey daha biliyoruz. Basketbolda, “dünya devi” Türkiye’ye kafa tutabilecek cesaretlerinin olduğunu.
FIBA dünya sıralamasında 1.4 puanla 74 ülke içinde 71. sırada olan, 7 takımlı ulusal bir lige sahip, tarihleri boyunca basketbolda en ufak bir başarı kırıntısına bile sahip olmayan Ruanda, Cumartesi akşamı dünya sıralamasında 192 puanla 14. sırada yer alan Türk Milli Takımı’nı 79-76 yenerek sadece basketbol tarihlerinin değil belki de ülkenin spor tarihindeki en büyük başarısına imza attı.
Basit bir sorum var. Futbolda FIFA dünya sıralamasında 28. sırada yer alan Türk Milli Takımı bir hazırlık maçında olsa dahi aşağıdaki ülkelerden hangisine yenildiği takdirde spor camiası “kelle almak” için harekete geçer?
Burkina Faso? (51.) Jamaika? (65.) Togo? (71.) Benin? (80.) Mozambik? (82.) Kuzey Kore? (84.)Küba?(85) Katar? (86.) Doğru yanıt tabii ki “hepsi” olacaktır.
Basketbol Milli Takımımız’ın bu yenilgisi sonrasında elbette “kelle alınsın” diyen yok ancak maçtan sonra milli takım menajerinin ağzından “Takım 6 eksikle Ruanda karşısında oynadı. Maçın genelinde oyunu rakibimiz önde götürdü. Maçın sonunda yakaladık. Ancak sahadan rakibimiz galip ayrıldı. Hazırlık maçlarında aldığımız sonucun çok da önemli olmadığını düşünüyorum. “Ruanda’nın birçok oyuncusu ABD’li oyunculardan oluşuyor. Doğal olarak NBA’i yakından takip ediyorlar. Bu nedenle Hidayet Türkoğlu’na da büyük ilgi gösterdiler” açıklamasını duymak şahsen benim tüylerimi diken diken etti.
Değil 6 oyuncu 10 oyuncun bile eksik olsa hazırlık maçında dahi Ruanda gibi bir takıma yenilmeye hakkınız yok. Görüntüleriyle 1992 Barcelona Olimpiyatları’nda ABD’nin NBA yıldızlarından oluşan Rüya Takım’ı ile fotoğraf çektirme yarışına giren takımlara benzeyen Ruanda’lıların Hidayet’e ilgi göstermiş olmaları bu yenilginin açtığı yaraları sarmaya milli takım yöneticileri için yeterliyse, o zaman “vay halimize” diyorum. Ha bu arada ABD’nin, oyuncularıyla fotoğraf çektiren o takımları ortalama 40 sayı fark atarak yendiğini de hatırlatalım.
Ama kabahat bizde! Üç gün önce kilit oyuncularından yoksun Kanada Milli Takımı’na son 5 saniye içinde topu oyuna sokarken kaptırmalarının ardından yedikleri basit basketle yenilen Milli takımın kötü performansını bile allayıp pullayıp “mücadele eden bir takımımız var” diyerek Polyannacılık oynayanların bu utanç verici yenilgiye de böyle bir kılıf uydurmasına niye şaşırıyorum ki?
Mete Aktaş
29 Temmuz 2009
hüseyinsizlik
istanbul hatırası
Ajans resim arşivinde takılırken karşıma çıkan bir resim. Venus Williams 2005'te İstanbul'a geldiginde Kapalıçarşı ziyaretinin çıkışında kendisine ikram edilen hıyarı afiyetle yemiş.
avrupa'nın tadı yok
7 Eylül’de Polonya’da başlayacak olan 2009 Erkekler Avrupa Basketbol Şampiyonası öncesinde bazı yıldız oyuncuların yaşadıkları sakatlıklar veya farklı nedenlerden dolayı milli takımlarının formasını giyemeyeceklerini açıklamaları, bazı yıldızların ise şampiyonaya 1.5 aydan az bir süre olmasına rağmen henüz oynayıp oynamama konusunda net bir karar vermemeleri şampiyonaya katılacak bir çok ülkeyi sıkıntıya soktu.
YILDIZLAR NEREDE?
Başta Yunanistan olmak üzere, Litvanya, Sırbistan, İspanya ve son Avrupa Şampiyonu Rusya gibi şampiyonluğun önemli adayları bu sıkıntıyı en çok yaşayan ülkeler olarak göze çarpıyor.Dünya çapındaki yıldız oyuncuların yokluğunda sönük bir turnuva olmasından endişe edilen Avrupa Şampiyonası’na şu ana kadar katılmayacağını açıklayan ve katılıp katılmayacakları belli olmayan önemli isimler şunlar:
Rusya: 2007’de Ruslara Avrupa Şampiyonu unvanını kazandıran son saniye basketini atan Amerika asıllı Rus guard JR Holden ve Utah Jazz’de forma giyen takım kaptanı Andrei Kirilenko şampiyonada forma giymeyeceklerini açıkladılar.
İspanya: Son Dünya Şampiyonu ve Avrupa 2.’si İspanya’da sakatlığının iyileşmesine rağmen kendisini riske etmek istemeyen Jose Calderon, milli takımı bırakan Carlos Jimenez ve milli takımda iyi kullanılmadığına inandığı için takıma katılma davetini reddeden Fran Vasquez, Polonya’da olmayacaklar. Juan Carlos Navarro’nun durumu ise netlik kazanmadı.
Litvanya: 2007’nin bronz madalyalı ekibinde Sarunas Jasikevicius’un oynamayacak olması yetmezmiş gibi Arvydas Macijauskas “sakatlanmaktan korktuğu için”, Rimantas Kaukenas ise dinlenmek istediği için milli takımdan aflarını istediler.
Yunanistan: Kısa bir süre önce ameliyat olan Dimitris Diamantidis ve A1 Ligi final serisinde yaşadığı sakatlık sonrasında dinlenmek isteyen Teo Papaloukas’ın yanı sıra Vassilopoulos ve muhtemelen Tsartsaris, şampiyonada mavi-beyazlı formayı giymeyecekler.
Sırbistan: Efes Pilsen’e transfer olan müthiş skorer Igor Rakocevic’in sezon sonunda bir süre dinlendikten sonra milli takıma katılma talebi coach Ivkovic tarafından reddedildi ve başarılı oyuncu milli takıma alınmadı. NBA patentli Darko Milicic ve geçen yıl Efes’te oynayan Vujacic de kadroya çağrılmadılar. Avdalovic’in de oynaması beklenmiyor.
İtalya: Gök mavililer Raptors’lı Andrea Bargnani’yi Polonya’ya gitmeye ikna ettiler ancak Massimo Bulleri ve Shawn Stonerook’un milli takım çağrısını reddetmesiyle kan kaybettiler. Sırtından sakatlığı henüz geçen genç Knicks forveti Danilo Gallinari de Polonya’da olmayacak.
Fransa: Chicago Bulls’un henüz milli takıma gitmesine izin vermediği Joakim Noah ve Orlando’lu Mickael Pietrus’un durumları belirsizliğini koruyor. Foirest ise milli takıma katılma çağrısına olumsuz yanıt verdi.
Almanya: Panzerlerin tüm umudu kaptanları Dirk Nowitzki’nin “geliyorum” açıklamasını yapması. Ancak şampiyonanın başlamasına 40 gün kala süper forvetten henüz ses çıkmadı. Chris Kaman’ın da gelip gelmeyeceği konusunda net bir bilgi yok.
Büyük Britanya: İki NBA yıldızı Luol Deng ve Ben Gordon’lu kadro ile şampiyonada ses getirmeyi umut eden Büyük Britanya, Deng’in geçen sezon yaşadığı ağır sakatlıktan sonra henüz tam iyileşdiğini söyleyerek affını istemesi, Gordon’ın ise sakatlanma korkusu nedeniyle takımda yer almaktan vazgeçmesinden ötürü büyük hayalkırıklığı yaşıyor.
Türkiye: 12 Dev Adam’ın en büyük eksiği hiç şüphesiz Mehmet Okur. Tanjevic’le son yıllarda bir türlü yıldız barışmayan Memo, Polonya’da olmayacak. Müthiş bir play-off serisi oynayan Kaya Peker ve ligimizin en iyi dış atıcılarından Serkan Erdoğan’ın kadroya çağrılmaması ise fazlaca eleştirilmişti.
22 Temmuz 2009
olimpiyat ruhu
Merak edenler varsa Eric Moussambani 2004 Atina Olimpiyatları öncesi kendini çok geliştirdi ve 100 metreyi 57 saniyenin altında yüzmeye başladı. Ancak pasaportundaki ve başvuru formundaki bir fotoğraf sorunu sebebiyle Olimpiyatlar'a katılamayarak hayranlarını üzdü. Bu yazıyı yine Moussambani'den güzel bir söz ile ve o yarışın videosu ile bitireyim.
"While winning a medal is great, just entering, competing, and finishing is itself a victory"
21 Temmuz 2009
neden “eskiler” hep güzel?
Michael Jackson'un ölümüyle bittiği söylenen dönemden bahsediyorum. Peki okuyucu, senin eskin nedir? Aynısı mı yoksa daha yeni mi? Sen eskini özleyecek misin? Ben benimkini özlüyorum ve iddia ediyorum sen de benimkini özlüyorsun. Hatta benden önceki eskileri bile katabilirim işin içine. Michael Jackson'ın klipleri, şarkılarının döndüğü şu günlerde elbet bir şarkı ki bana göre beş, altı yedi hatta daha fazlası çoğu kişinin duygularını harekete geçirmiştir. Bu sanatçının ne kadar ölümsüz eserler yarattığını göstermekle birlikte, yeni dönemin yani şu andaki mevcut dönem eskidiğinde benim eskilerimin yanında çok zayıf kalacağını gösteriyor. Bunu sadece Michael Jackson'la sınırlı değil. Depeche Mode'un eski şarkıları yeni şarkılarından çok daha iyi ve güzel. Özellikle grubun dört kişi olduğu yani Alan Wilder'ın olduğu zamanlar. Sadece yabancı şarkılar değil. “Samanyolu” şarkısının tadı hala aynı tazeliğini korumakta. Issız adam'ın yarattığı eski şarkılar fırtınası benim anlatmak istediklerimi doğruluyor. O kadar ki teknolojinin ışık hızıyla ilerlediği günümüzde, Ayla Dikmen'in taş plakları yeniden gözde oldu. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Nedir peki bu eskiye duyulan özlem, nedir onları eşsiz kılan? Her dinlediğimizde bizi bizden alıp, eskilere götüren... Geçmişi mi seviyoruz, geçmişte kalanları mı? Sanırım geleceğimizi hepimiz karanlık görüyoruz, görüyorüz ki ondan geçmişe özlem duyuyoruz.
Michael Jackson, hayal ettiğimizden daha iyi bir şarkıcı ve insan olup, hayatlarımıza girdin. Seni çok sevdik ve çok özleyeceğiz.
14 Temmuz 2009
geleceğin yıldızları
Yeni Zelanda'da önceki gün sona eren 19 yaşaltı Dünya Şampiyonası'nda bir çok genç yıldızı ve yıldız adayını izleme şansı bulduk. Finalde Yunanistan'ı geçen ABD şampiyon oldu. Üçüncülüğü ise Avustralya'yı yenen Hırvatistan elde etti. Turnuvanın en değerli oyuncu ödülünü (MVP) resimde en solda gözüken arkadaş Hırvat Mario Delas kazandı. KK Split'de forma giyiyor. Gelecek yıl draftın en merakla beklenen uzunlarından biri. 2.08 boyunda ama çok atletik. Bir çok Avrupa devi onun peşinde. Yakın geçmişin büyük oyuncularından şimdinin KK Split başkanı Dino Radja da maddi problemlerin ağır geldiğini ve Delas'ı iyi bir fiyata satabileceklerini söyledi (Ah Jugoplastika ah!!!). Keşke Hırvatistan finali ABD ile oynasa dedirten bir turnuva oldu bu arada. Lakin yarı finalde kozlarını paylaştı iki süper takım. Delas'ın yanında beyaz skorer Gordon Hayward var. NCAA'de Butler'da oynayan beyaz şutör etkili isimlerindendi turnuvanın. İsmail ve Parmamaniac birşeyler der belki kendisi için. Onun hemen bitişiğinde ABD'nin guardı Tyshawn Taylor var. Takımı iyi yönlendiren, çabuk, hızlı ve akıllı bir guard. Kansas Jayhawks'lı. İlk beşin finalist Yunanistan'dan tek temsilcisi ise Nikos Pappas. Real Madrid'in önemli yatırımlarından biri. Panellinios'dan yetişme. Hem 1 hem de 2 numarada etkili, ayrıca yeni bir altın jenerasyon geliyor denen bu Yunan takımının en büyük yıldızı. Resimdeki son yıldız adayı ise geçen sene Uleb Cup anlatırken en çok keyif aldığım gençlerden biri olan (1991 doğumlu) Hırvatların guardı Toni Prostran. Özellikle assist konusunda özel yeteneklere sahip olduğu kesin. Geçen yıl üstad koç Sagadin'in Zadar'ın başına gelmesiyle o da gelişmesinde önemli adımlar attı. Rok Stipçeviç ile oynarak da aşama kaydetti kulübünde. Gözler hafif hafif uyku alemine giderken ilk beşe bakalım dedik. Asıl diğer dikkat çeken yeteneklere de başka postta bulaşırız artık.
babalar ve oğullar #1
Oğul Klay Thompson... 1990 doğumlu, 1.98 boyunda, kısa forvet... NCAA'de Washington State forması giyiyor...Geçtiğimiz gün, 18 yıl aradan sonra U19 Dünya Şampiyonu olan ABD'nin dikkat çeken isimlerinden biriydi... Abisi Mychal Jr.(Pepperdine) da basketbolcu, kardeşi Trayce (UCLA) ise baseball oynuyor...
9 Temmuz 2009
çekmeyin kardeşim!
otuzyedi
Ron Artest'in müzik tutkusunu bilmeyen yoktur herhalde. Indiana Pacers'ta oynarken yeni albümünü tanıtmak için kulüpten izin isteme cüretini göstermişti. TruWarier adı altında bir plak şirketi ve iki albümü var Ron Artest'in. Beş yıl için 34.3 milyon dolarlık bir sözleşmeyle Los Angeles Lakers'a giden Artest, yeni takımında bu müzik tutkusunu formasına yansıtacak.
6 Temmuz 2009
hido'yla gece sohbeti
Cumartesi akşamı saat 8'den beri ulaşmaya çalıştığım kişinin telefonu sürekli kapalı ve telesekretere yönlendiriyor. "Fesuphanallah" nidaları eşliğinde ahizeyi kapatıyorum. Bu işlemi defalarca tekrar ediyorum. Artık Türkiye'de saatler gece 03:00'ü gösteriyor. Yani Pazar sabahının ilk saatleri. Uykuya dalmadan son bir kez daha Amerika hatlı numarayı çevirmeye karar veriyorum ve yataktan kalkıyorum. Telefon yine çalmaya başlıyor. Genelde 6. kez çaldıktan sonra telesekreter çıkıyor. 4....5....6....7....(hayret telesekreter çıkmadı)....8....9...Alo...(işte beklenen ses!) Ben: Hido nerdesin baba ya!!! Baycause ben. Hido: Vay baycause kardeşim iyiyim ya koşturmaca işte noolsun.
Bu diyalogla başlayan ve hoş-beş'ten sonra geldik esas konuya.Herkesin merak ettiği Hidayet'in Toronto'ya transferi konusuna. Yaklaşık 10 dakikalık sohbette ise ortaya çıkanlar aşağı yukarı şöyleydi:
Baycause: Hidayet öncelikle Toronto’ya transferin hayırlı olsun.
Hidayet Türkoğlu: Çok teşekkür ederim.
B: Hido, tam Portland Trail Blazers’la anlaştığına dair haberler çıkmaya başladı ki bu haberlerden yaklaşık 3 saat sonra Toronto Raptors ile anlaştığın basına sızdı. Portland’da neler oldu? Neden son dakikada fikrini değiştirdin? O süreçte neler yaşandı?
H.T: Valla her şeyden önce Portland yönetimine çok teşekkür ediyorum. Hakikaten beni çok iyi ağırladılar, büyük bir misafirperverlik örneği gösterdiler. Havaalanında bana unutamayacağım bir karşılama yaptılar. Ama günün sonunda Portland’ın benim hedeflerim açısından en uygun takım olmadığına kanaat getirdim. 5 senedir Doğu Konferansı’nda mücadele ediyorum ve açıkçası hem Amerika’nın doğusunda yaşamaya hem de Doğu Konferansı’nda oynanan basketbol stiline çok fazla alıştım. Bu saatten sonra yeniden Batı Konferansı’na dönmek benim için tuhaf bir deneyim olacaktı. Orada oynanan basketbola yeniden uyum sağlamak çok kolay olmayacaktı benim için. Toronto Raptors yöneticileri ile zaten görüşme halindeydim ve Genel Menajer Bryan Colangelo’dan beni tatmin eden bir teklif gelince ben de Doğu Konferansı takımı olan Toronto’yu tercih ettim.
B: Peki eşin Banu’nun senin Toronto’yu tercih etmende önemli rol oynadığı iddia edildi. Toronto’nun Türkiye’ye daha yakın oluşu ve orada Türk nüfusun daha yoğun olmasından ötürü Banu Hanım’ın Toronto’da yaşamak istediği ve senin de bu yüzden Raptors’ı Blazers’a tercih ettiğin söylendi. Gerçekten eşin karar vermende seni etkiledi mi?
H.T: Kesinlikle böyle bir şey yok. Yani evli bir insanım ve kariyerim ve geleceğim ile ilgili önemli bir karar alırken elbette eşime ve aileme danışacağım. Sonuçta transferim konusunda karar verirken de eşimin görüşünü almam kadar doğal bir şey olamaz. 5 yıl gibi uzun bir süreçten bahsediyoruz ve ben tek başıma hareket etmeyeceğim. Eşim benim bugüne kadar verdiğim tüm kararlarda her zaman arkamda olmuş ve beni desteklemiştir. Toronto’ya gitme kararı benim kararımdır ve eşim de bu kararımda benim yanımda yer almıştır hepsi bu.
B: Portland’da takımın zaten hali hazırda Brandon Roy ve LaMarcus Aldridge, Greg Oden gibi geleceğini üzerine kurduğu üç oyuncu var. Toronto’da ise All-Star forvet Chris Bosh ile birlikte sen Toronto’nun iki ana parçasından biri olacaksın. Toronto’da üstleneceğin rolün büyüklüğü de senin karar vermeni etkiledi sanırım.
H.T: Haklısın. Portland’da genç ve yetenekli oyunculardan kurulu bir takıma “ağabeylik” yapacaktım. Toronto’da ise Bosh ile birlikte takımı bizim etrafımıza kuracaklar. Ayrıca kadroda Andrea Bargnani, Jose Calderon gibi çok kaliteli Avrupalı oyuncuların olması da benim için bir avantaj. Bunlar işte beni hep Toronto’ya çeken nedenler oldu.
B: Gelelim parasal konulara. Duyduğumuza göre Portland’ın ilk teklifi 5 yıl için 50 milyon dolardı. Daha sonra ise bu rakamın 5 yıl için 57 milyon dolar olduğu iddia edildi. Portland’ın teklifi gerçekte neydi senin ağzından duyalım.
H.T: İlk rakam doğrudur. Portland 5 yıl için 50 milyon dolarlık bir teklifte bulundu.
B: Peki Toronto’nun teklif ettiği rakam nedir? NBA.com’da yayınlanan bir haberde iddia edildiği gibi 60-61 milyon dolar civarında bir kontrat mı sundular?
H.T: Hayır, o çok abartı bir rakam. Duyduğuma göre Türkiye’de bazıları 5 yıl için 80-90 milyon dolar alacağımı yazmışlar. Nasıl uyduruyorlar, nasıl abartmayı başarıyorlar anlamak mümkün değil. İnan henüz net rakamlar belli değil. Avukatım bu işleri yürütüyor o yüzden net bir şey söyleyemiyorum.
B: 53-56 milyon dolar arasında bir rakam telaffuz ediliyor?
H.T: Evet, o civarda bir rakama anlaşacağız. Şunu da söyleyeyim. Eğer Toronto bana Portland’la aynı parayı vermiş olsaydı bile benim tercihim yine Toronto olacaktı.
B: Biraz da artık “eski takımın” olmak üzere olan Orlando Magic ile son dönemlerde yaşadıklarından bahsetmeni rica edeceğim. Şüphesiz Orlando bu sene tarihinde 2. kez final oynadıysa bunda en büyük pay sahibi sensin. 5 seneni verdiğin bir takımda üstelik finale çıkarmayı başardığın bir sezonda takımın seninle anlaşmak yerine adeta arkandan iş çevirerek başka bir oyuncuya yönelmesini nasıl değerlendiriyorsun?
H.T: Valla aslında hiç o konulara girmek istemiyorum, gerçekten beni çok üzen bir konu. Onlar farklı bir yola girmek istediler ve bunun için başka bir hamle yaptılar. Ben de bu karara saygı duyarım ve kendi yolumda devam ederim.
B: Bu konuda yine önemli bir söylenti de Orlando’nun sana bir teklifle geldiği ve senin bu teklifi beğenmeyip reddettiğin yönündeydi. Sen bu teklifi reddedince Orlando’nun da buna misilleme olarak takasla Vince Carter’ı aldığı söylendi. Gerçekten olay böyle mi gelişti?
H.T: Valla bana NBA Draft’ından iki gün önce, 23 Haziran Salı günü Orlando’dan resmi bir teklif geldi. Ben de gelen teklif için teşekkür ettim ve üzerinde düşünmek için birkaç gün süre istedim. Ben daha kabul edeyim mi etmeyeyim mi diye teklifi avukatım ve ailemle düşünürken 2 gün sonra Perşembe günü Vince Carter’ı aldılar. Benim bu takastan en ufak bir haberim bile yoktu ve gerçekten çok şaşırdım. O transfer
Üzerine zaten benim yapabileceğim bir şey kalmamıştı ve ben de ayrılmaya karar verdim.
B: Hidayet, vakit ayırıp sorularımı yanıtladığın için sana çok teşekkür ederim.
H.T: Ben teşekkür ederim, inşallah en kısa zamanda Türkiye’de görüşmek ümidiyle…